İç dünyamızla ilişkimizde ortaya çıkan en büyük engel, kişinin kendi özünden utanması, bu özü olduğu gibi kabul edememesidir. Çocuk, koşullu sevgi ile büyümüş ve kalıplanmışsa, duygusal bakımdan gelişemez, içindeki çocuk utanca boğulur. İç çocuğu duygusal bakımdan büyümeyen insana yetişkin çocuk diyoruz. Beden yetişkinin bedeni, ama duygusal bakımdan hâlâ gelişememiş, hâlâ çocuk. Binanın temeli çok önemli, diğer tüm katların ayakta kalabilmesi için temelin sağlam olması gerekir. Çocukluk binanın hem temelini hem de çatısını oluşturur. İnsanın çocukluğu sağlıklıysa ve çocuk, geliştiren bir ailede sevgi içinde büyütülmüşse, yaşamın en zor koşulları altında bile akıl sağlığını korur ve mutlu olabilir. Eğer çocukluğunda koşullu sevgi ile büyümüş ve utanca boğulmuşsa, ilerde en iyi koşullar altında bile mutlu olamayacaktır. İç çocuğu utanca boğulmuş insan yeni bir şey yapmayı düşündüğü zaman büyük kaygı duyar, sürekli başkalarını memnun etmeye çalışır, kendinin ne istediğini pek önemsemez, içten içe kendinde bir eksiklik hisseder, sürekli yetersizlik duygusuna kapılır, katı ve mükemmeliyetçidir, yaşamını bomboş görür, genellikle karamsardır ve çöküntü içindedir, kendi dahil hiç kimseye güvenmez. İç çocuğu utanca boğulan kişi yalnız kalmaktan nefret eder, yalnız kalmamak için elinden geleni yapar, her zaman başkalarının beklediklerini yapar, kendi sorunlarına çare bulmaktan daha çok, başkalarının sorunlarını çözmeye yönelir, hiç kimsenin yüzüne doğrudan ‘Hayır!’ diyemez, kimseye kendini yakın hissetmez. Utanca boğulma derecesi ne kadar şiddetli ise, bu duygular o kadar güçlüdür.

Utancın üç kaynağı vardır.

Birinci kaynak çocuğun model aldığı ve taklit ettiği insanlardır. Utanca boğulmuş büyükleri çocuk kendine model olarak alır. Yani onları taklit eder. Utanç dolu insanlar, kendileri gibi duyup düşünüp davranması için çocuğa baskı yaparlar. Gelişmekte olan çocuk örnek aldığı kimselerle kendini özdeşleştirir. Özdeşleştirme çocuğun gelişiminde yer alan önemli bir süreçtir. Çocuk model aldığı bu insanların kendisine verdiği güven ve değer duygusuna dayanarak özbenliğini oluşturur.

Kişinin yaşamından utanmayı tamamıyla kaldırsak, o kişi daha mı sağlıklı olur? Hiç utanmayan bir insanın insanlığından şüphe ederim. Bu aşamada insanın kafası karışıyor, değil mi? Bir yandan, ‘utanç kötüdür, utanca boğulmuş çocuk şu gibi davranışlarıyla sağlıksız psikolojik durumunu belli eder,’ diyorum, diğer yandan siz, ‘hiç utanmayan kişinin insanlığından şüphe ederim,’ duygusunu taşıyorsunuz. İkisi de aynı anda doğru olamaz. Yani bir özellik hem sağlıksız, hem de insan olmanın gerekli bir niteliği sayılamaz. Mahcubiyet’ ve ‘utanç’ kavramlarını birbirinden ayırt ederek kafa karıştıran bu durumu çözebiliriz.

Mahcubiyet’ sağlıklıdır. Bizim kendimizden beklediklerimizi, kendi gücümüzün sınırlarını bildiğimizi, bazı temel iç ilke ve değerleri içimize sindirip sindirmediğimizi gösteren bir duygudur. Bir çocuk, ‘Ben yaparım,’ diye bir işi üstlensin. Ama farz edelim ki, bu iş çocuğun o aşamadaki gelişiminin üstünde olsun. Eğer iddialı olarak bu işe başlamışsa, sonunda mahcup olacaktır. Böyle bir mahcubiyet duygusu kişinin ‘ayağını yorganına göre uzatmasına’, ‘kendi yeteneklerinin sınırlarını bilmesine’, ‘başkaları başarısız olunca o kişileri anlayabilmesine’ yarar. Kişi söz vermeden önce gerçekçi olmaya özen gösterir ve verdiği sözü tutmaya önem verir. Sınırlarını bilen kişi daha gerçekçi olarak planlamalar ve girişimler yapar.

Utanç ile mahcubiyet arasındaki en önemli fark şudur: Mahcubiyet duygusunun kaynağı kişinin kendi özü, kendi algılaması, kendi değerlendirmesidir. Bunun temelinde vicdan vardır. Utanç duygusunun temelinde başkalarının beklentilerini yerine getirememe korkusu vardır. Yani mahcup olan kişi kendi beklentilerini yerine getiremediği için utanıyor ve bu süreç sonunda kendi sınırlarını öğreniyor. Bu süreç yoluyla alçakgönüllü olmayı öğreniyor. Mahcubiyet alçakgönüllü olmayı getirir. Utanç ise insanın kendinden, kendi özünden utanmasına yol açar. Bu nedenle utanç zehirli bir duygudur. Mahcubiyet ise, bazen buna utanma duygusu adını veririz, sağlıklı bir duygudur. Çocuğuna gereksiz yere, ‘Yaptığından utanmıyor musun? Zaten sende utanma duygusu olsa…’ gibi sürekli bağıran ya da karışan aileler çocuğun utanç içinde yetişmesine neden oluyorlar. Pek çok kişi bu tür sözleri, çocuğu disipline etmek ya da kendi istediği davranışı yaptırmak amacıyla söylüyor. Fakat farkında olmadan karşısındaki insanın kendine olan güvenini yitirmesine neden oluyor.

Diyelim çocuk kardeşinin oyuncağını alıyor ve onu ağlatıyor. Kendisine söylendiği zaman söz dinlemiyor, kardeşinin oyuncağını geri vermiyor. Bu durumda utanca boğan ana baba ne yapar, değerleri öğretmeye çalışan ne yapar? Utanca boğan, çocuğun bu davranışının anormal olduğunu, bu davranışı yaptığına göre onun kötü bir insan olduğunu ya da kötü bir insan olarak görüleceğini belirtir. Çocuğuyla konuşmasında ‘Başkaları senin böyle yaptığını görse sana ne der biliyor musun?’dan ‘Vermezsen senin ellerini kırarım’a kadar uzanan tehditler yer alır. Yani çocuğun kendini içinde göreceği, anlayacağı bir neden yok. Ya ‘ayıp’ ya da ‘dayak’ korkusu hâkim. Diğer yandan geliştiren ana baba çocukla diyaloga girer: ‘Sen kardeşinin oyuncağını aldın. Kardeşin şimdi orada ağlıyor. Ben burada durup hiçbir şey yapmadan bu duruma bakayım mı istiyorsun?’ diye çocuğa sorar. Ya çocuk ‘Evet,’ derse.” “O durumda ana baba, ‘O zaman senden daha büyük biri gelip senin oyuncağını aldığı ve sen istediğin halde vermediği zaman, seni ağlatsa dahi, benim burada seyirci olarak kalmamı istiyorsun, öyle mi?’ diye sorar. Burada öğretilmek istenen ‘hakkaniyet’ değeri. Yani çocuk gücünün yettiği her şeyi almaya kalkarsa, kendinden güçlü birinin de kendi oyuncaklarını gasp edebileceğini anlar. Anlamazsa, bu yaşantı planlanır, ondan büyük birinin bulunup onun oyuncağını bağırta çağırta elinden alması sağlanır. Örneğin, komşunun daha büyük çocuğu ile konuşulur, ona durum anlatılır ve öyle bir senaryo hazırlanır ki, kendisinden daha güçlü biri bağırta çağırta onun oyuncağını elinden alır. Ve baba orada bu durumu seyreder, hiçbir şey yapmaz. Böylece çocuk hakkaniyetin sadece kardeşini değil, kendisini de koruduğunu öğrenmiş olur. Hakkaniyete dönük toplum kurallarının niçin var olduğunu da bizzat yaşamış olur. Bu değer çocuk tarafından içselleştirilince, onun iç dünyasının bir malı olmaya başlayınca, ‘mahcubiyet’ kendini göstermeye başlar. Yani çocuk ileride yine kardeşinin oyuncağını almaya kalkarsa, bu davranışından mahcup olur.

Bir ana baba çocuğun her davranışıyla bu kadar yakından ilgilenebilir mi; strateji geliştirerek çocuğunun terbiyesi için bu kadar zaman verebilir mi? Çocuk yetiştirmenin bilincinde olanlar verirler. Bu bilinçli ana babalar çocuklarını, çocuğun içinde yetiştiği çevreyi, çocuklukla kendi etkileşimlerini sürekli gözlerler. Güçlü, gerçekçi, sorumluluk sahibi sağlıklı insan yetiştirmenin kestirme yolu yok.

Utancın üç temel kaynağından söz etmiştik ve birinci kaynak model insanlardır demiştik. Evet, ilk kaynak, model olan kimselerdir. Çocuğun içinde yetiştiği aile ortamında iç benliği utanç dolu insanlar çocuğa örnek olursa, çocuk, bu model insanları kendisiyle özdeşleştirir. Bu nedenle her çocuk kendini özdeşleştirmek istediği bir babaya, bir anneye gereksinme duyar. Eğer ana baba yoksa onun yerine amca, dede, dayı ya da hala, teyze, büyükanne olabilir. Çocuğun özdeşim kurduğu kişi utanç duygusuna boğulmuş bir kimse ise, çocuk bu utanç duygusunu farkında olmadan içselleştirir ve kendi kişiliğinin temeli yapar. Çocuğun kendine model seçtiği insan toplumdan biri ya da TV’deki bir kahraman da olabilir. Fakat küçük yaşlarda en etkili kişiler genellikle ana babalardır.

Utancın ikinci kaynağı terk edilmedir. Çocuk için önemli olan anne ya da baba gibi kimseler, çocuğun kendilerine en çok gereksinim duyduğu erken yaşlarda onu terk ederlerse, çocuğu yapayalnız ve güvensiz bırakırlar. Terk etmeyi sadece bedensel anlamda almayın. Çocuklar yaşamlarındaki önemli kişilerin yansıtmalarıyla benliklerini geliştirirler. Bu nedenle psikolojik olarak terk edilme, çok etkilidir. Çocuğa gülümseyen, hasta olduğu zaman ona ilacını veren ve sırtını ovan anne, onunla oynayan ve düştüğü zaman kucaklayan baba farkında olmadan çocuğa, ‘sen önemlisin, değerlisin, seni seviyorum, bana güven’ mesajını verir. Bunlar ana babanın yansıtmalarıdır. Sözsüz mesajlar, sözlü mesajlardan daha kuvvetli olarak ilk yıllarda çocuğun benlik oluşumunu etkiler. Bu mesajlara, çocuğun varlığıyla, davranışlarıyla ilgili olduğu için ‘yansıtmalar’ adı verilir. Bir başka deyişle, çocuğun varlığı, ona verilen değer, çocuğa yansıtılır. Belki de ‘terk edilme’ kavramı yerine ‘yansıtma eksikliği’ dense daha iyi olur.

Üçüncü kaynak ‘utanç dolu anılar’dır. Çocuklar önem verdikleri kişilerin en acı veren davranışlarını unutmazlar. Oysa çocuğun iç dünyasını yıkan, onu ezen sözler ve davranışlar, çoğu kere büyüklerin dikkatini bile çekmez. Çocuğun belleği bu tür anıları saklar. Acı veren olumsuz olaylar çocuğun yetiştiği ortamda sık sık tekrar ediliyorsa, bellek bu olayları kendiliğinden bir araya getirir ve bir tür ‘anılar dizisi’ oluşturur. Bu anılar dizisinin herhangi bir kısmı ileride bir olay ya da sözle uyarılırsa, tüm anılar dizisi canlanır ve kişi bu anıların etkisi altında kendi kişiliğini anlamlandırır. Doğal olarak, olumsuz anıların tümü bireyi kendini değersiz görmeye ve kendinden utanmaya götürür.

Doğan Cüceloğlu’nun Yetişkin Çocuklar isimli kitabından altını çizdiğim cümleleri paylaştım sizlerle.

Rahmet ve sevgiyle…

Derleyen: Nilay Gündüz

Views: 436