Memnun olmak, sıkılmak demektir; sıkıntıdan kurtulmanın tek yolu ise meraktır.
19. yüzyıl Alman filozofu Arthur Schopenhauer, hayattaki birincil yükümlülüğün “ne olursa olsun varlığını sürdürmek” olduğuna inanmıştır. Bunun hemen ardından da “tıpkı tüm ihtiyaçlarını gidermiş bir av bulmayı bekleyen alıcı bir kuş gibi, tepemizde dolanıp duran sıkıntıyı savuşturmak” gelmektedir.
Lakin tek başına sıkıntı, merakı açıklamak için yeterli değildir. Sıkıntı daha çok, uzun süre üstüne oturduğunuz ayağınızın karıncalanması gibi, “beynin, tamamının etkin bir biçimde kullanılmadığına dair gönderdiği bir sinyal” niteliği taşımaktadır.
Sıkıntı, bize beynimizi çalıştırmamız, meşgul etmemiz gerektiğini hatırlatır, ama bazen canımız sıkılmasa da bir şeyleri merak ederiz. Hatta yalnızca yeni bir şeyler öğrenmek uğruna, isteklerimizden ve zevklerimizden kolayca vazgeçeriz.
2007’de yapılan bir çalışma, zil sesini duyunca salyası akan Pavlov’un köpeği gibi, beynimizin aşk ya da şeker, çikolata gibi ödülleri algılayan kısmının yeni bir şey bulmayı beklediğimiz zamanlarda da –nihayetinde beklentilerimiz karşılanmasa bile- aktifleştiğini ortaya çıkarmıştır.
Bu nedenle en kısa zamanda en çok bilgiye ulaşmak isteriz. İnternette o yazıdan bu yazıya dolaşıp dururken, vücudumuz linklere tıklamaktan dolayı dopamin hormonu salgılar. Linkler gibi merak zincirleme olarak büyür, her soru bir başkasını beraberinde getirir…
Merak bildiklerimizden beslenir.
Peki neden göçebe Moğol aşiretlerini derinlemesine araştırırız? Neden Laniarius Willardi adı verilen bir kuş türünü ya da teoride ilgi çekici olabilecek, Vikipedi’nin bize sunduğu “rasgele madde”lerden başka birini değil?
Merak bizi neden şuraya değil de buraya doğru çekiyor?
1994’te yayımlanan bir çalışmasında Loewenstein, merakın yönünün “bilgiler arası boşluğa”, yani bilmediğinin farkına varma ve en kısa zamanda bu boşluğu doldurma isteğine bağlı olduğu teorisini geliştirdi.
Bu boşluk, fiziksel dünya (bu garip böceğin adı ne?) ya da iç dünya (aşkın anlamı ne?) ile ilgili bir sorudan kaynaklanabilir.
Loewenstein’ın teorisi, “Upworthy, Bordepanda ülkemizde Onedio gibi sayfaların kullandıkları başlıkların neden ilgi çekici olduklarını (lanet olsun, henüz farkında olmasam bile Denizayılarına Hayran Olmamın 22 Nedeni’ni bilmek istiyorum) ve bu alanda merakın insanların güçlü bir yönü olduğu kadar zaafı da olabileceğini çok doğru bir biçimde dile getiriyor (denizayılarının meme uçlarının koltukaltlarında olduğunu biliyor muydunuz?)
Bilgiler arası boşluklardan yararlanılabilmesi için sunulan yeni bilgi, ne çok yeni (örneğin Portekizce bir başlık) ne de çok kısıtlı (örneğin “Denizayıları Florida’da yaşar”) olmalıdır.
2009 yılında Loewenstein’ın da aralarında bulunduğu bir grup araştırmacı, deneklerini bir fMRI (bir tür beyin görüntüleme yöntemi) makinesine sokarak, onlara çeşitli genel kültür soruları yöneltmişler: “Hangi enstrüman insan sesine benzemek üzere yapılmıştır?”, “Dünya hangi galakside bulunur?” vb.
Her bir soru için denekler, cevaplarına ne kadar güvendiklerini derecelendirmiş. Araştırmacılar deneklerden cevabı ne kadar merak ettiklerini de derecelendirmelerini istemiş. Bu esnada beyinlerinin –merakın bir başka ölçütü olarak- ödülleri algılayan kısmının nasıl aktifleştiğini gözlemlemiş.
Beklendiği gibi denekler, bildiklerini düşündükleri soruların cevaplarını çok da merak etmemiş. Fakat bunun yanı sıra cevaba dair hiçbir fikirleri olmayan sorular da ilgilerini çekmemiş. Merakları, cevabın ne olabileceğini tahmin ettikleri ancak emin olamadıkları sorularda doruk noktasına ulaşmış.
Öğrenmek için önceden gelen, destek alabileceğiniz bir şeylere ihtiyaç duyarsınız. Eğer tutunacağınız bir sonraki yer çok yukarıdaysa da, her zaman için ona asla ulaşamama riskiniz vardır. Dolayısıyla beyniniz, en kısa zamanda en çok bilgiye ulaşmaya çalışırken çok küçük ya da çok büyük “bilgiler arası” uzaklıklardan kaçınır.
Nelerin merak uyandıracağını tahmin etmek, hatta merakın kontrolünü elimizde tutmak, daha verimli bir biçimde öğretmemizi, akıl hastalıklarını daha iyi anlamamızı, insanları daha uzun süre eğlendirebilmemizi sağlardı. Hayat her daim ilginç olurdu.
Ancak merak üzerine yapılan çalışmaların bile tek başlarına bu kadar zor olması, merakın sınırsızlığının ve bütünüyle kontrol altına alınmasının imkânsızlığının göstergesidir.
Şimdilik elimizden gelen ise sadece daha fazla soru sormak.
Yazının kaynağı: Defne Saraç, “‘Merak’ merak konusu olursa… “, Bilim ve Gelecek Dergisi sayı: 147
Matematiksel
Views: 53