Toplum olarak uzun yıllardır bir zihinsel atalet yaşamaktayız. Doğruyu yanlıştan ayırt etmek için hiçbir mücadele ve çaba göstermeden, nereden ve nasıl dizayn edildiği belli olmayan algılarımız ve ön yargılarımızla ani kararlar verip ya tastamam reddediyor ya da sorgusuz benimsiyoruz gelen bilgileri.
Zihinsel Atalet Belirleyicileri
Bu analizimizi birden çok örnekle destekleyebiliriz. Ama öncelikle zihinsel atalet belirleyecilerinden söz edelim.
Zihinsel ataleti ortaya çıkaran ana faktör bilgiye yeterince kıymet vermemektir ön bilgilerimize göre. Yine yanıldık! Kesinlikle böyle değildir.
Aslında bilgiye kıymet veren kadim bir mirasa sahibiz. Henüz birkaç asır önce, dünya üzerinde doğan güneş bizdik. Tıpkı Alman Profesör Sigrid Hunke’nin meşhur kitabının ismi gibi: Batıyı Aydınlatan Doğu Güneşi. Ya da Cemil Meriç’in çokça basılan kitabı “Işık Doğudan Gelir” gibi.
Buna dair verilebilecek sayılamayacak kadar örnek var. Çünkü Dünyayı aydınlatan güneş, bizzat bizim mekteplerimizden doğuyor ve ilham kaynağı oluyordu. Atalarımızın bıraktığı eserler göz kamaştırıyor ve bugün hala özlem ile yad ediliyor.
Peki, o halde bizi bu hale getiren ne oldu?
Zorlu süreçlerden geçtik toplum olarak. Düşünsel, kültürel ve siyasi birçok inkılap atlattık. Bundan dolayı haklı bir yorgunluk olabilir üzerimizde. Fakat yorgunlukla açıklanamayacak bir yılgınlık ile karşı karşıyayız. İşte bu yılgınlığa ben zihinsel atalet diyorum.
Evet, atalet bir yılgınlıktır. Mümkün olanı imkânsız kılma ve imkânsızlıklara teslim olmaktır. Atalet, mücadele azmi ve mücahade şevkini kaybedip somurtmaktır dünyaya. Dünya yıkılsa umurunda olmamaktır atalet.
Kişi nasıl kaybeder mücadele azmini? Bunun cevabını uzun uzadıya ele alıyorum şu günlerde yakında basılacak olan kitabımda. İçimde esen bütün fırtınaları işliyorum satır satır. Fakat burada küçük bir örnekle özetleyeceğim. Talip olana pek güzel ve önemli bir deney ile…
Aç bir köpek balığı büyükçe bir akvaryuma konur, birkaç meraklı bilim insanlarınca. Pek malumdur ki açlık bir ihtiyaçtır ve doyurulmak için harekete geçirir her canlıyı. Öyle de oldu ve köpekbalığı canhıraş bir şekilde yiyecek aramaya koyuldu akvaryumda. O da ne! İşte tam da gözlerinin önünde minik ve şirin bir balık duruyordu. “Tam da ağzıma layık!” diye düşünmüş olmalı ki, hızla yüzdürdü üzerine. Hop!
Ne mi oldu? Derin bir ağrı hissetti kafasında. Çünkü bu bir deneydi yani bir keyif manzarası değil. Saydam bir cam konmuştu o minik balık ile köpekbalığı arasına. İşte araştırmacıların merak ettikleri tam olarak buydu. Acaba kafası cama çarpan köpekbalığı ne hissedecekti.
Martin Seligman tarafından yapılan deney ile kavramsallaştırılan “Öğrenilmiş Çaresizlik” olgusunu desteklemek istiyorlardı ama olmadı galiba. Çünkü köpekbalığı çaresiz olduğunu düşünmüyor ve şiddetle gerilip defaatle atılıyordu minik balığın üzerinde. Fakat sonuç yine aynı. Her seferinde aynı hayal kırıklığı ve ağrı ile karşılaşıyordu.
Şimdi ne olacaktı? Durdu köpekbalığı ve yüzmeye başladı sessizce…
İşte araştırmacıları heyecanlandıran bir durumdu bu ve çektiler camı aradan. Açlık başına vurmuştu köpekbalığının, cam aradan çekildiği gibi atılacaktı üzerine. Cam çekildi fakat atılmadı. Neden?
Çünkü zihinsel olarak yiyeceğe ulaşamayacağını düşünüyordu. Üstelik ona doğru atılırsa başına darbe de yiyecekti. Bundan dolayı aç bir halde yüzmekle yetindi akvaryumda. Üstelik küçük balık ile birbirlerine değecek kadar yakın yüzüyorlardı.
Bu örneği destekleyen ve alanını genişleten birçok deney var literatürümüzde. Fakat talip olan için bir de aynı bin de…
Hedefler, gayeler, umutlar ve daha birçok durum için pek kıymetli dersler alınır bu deneyden. Ama ben zihinsel atalete dikkat çekmek istiyorum şimdilik.
Yukarıda bahsettiğim zorlu süreçler; düşünsel, kültürel ve siyasi inkılaplar dört asrı aşkın bir süre boyunca devam etti. Bu süreçte bilgi üretme ve bilgiye ulaşma anlamında yaptığımız bütün çabalar neredeyse hezimetle sonuçlandı. Böylelikle henüz ilk asırda kıraathaneler eklendi kültürümüze ve yavaş yavaş terk edilmeye başlandı mektepler. Avrupa’da gelişen bilimsel faaliyetlere hayranlıkla bakıyor ve büyük bir şevkle arzuluyorduk. Fakat her çabamızda başımızda bir ağrı ve kalbimizde bir burukluk hissediyorduk. Ta ki toplum olarak zihinsel atalete varıncaya değin devam etti bu yolculuk. İşte şimdi ‘zihinsel atalet’ diyarındayız. Yılgın, bitkin ve cahiliz.
Üstelik…
Bilgi çağındayız ve sosyal medya organları ve internet aracılığıyla istediğimiz bilgilere anında ve kolaylıkla ulaşabiliyoruz. Şöyle bir Google’da gezinen bir kimse onlarca bilgi ile karşılaşır. Aslında ilk bakışta bu durum gayet iyi bir durum. Çünkü araştırmalar yapmak için kütüphane kütüphane gezip koca koca ansiklopediler incelemeye gerek bırakmıyor. Ne yazsak şipşak çıkıyor karşımıza.
İlk bakışta öyle ama maalesef küçümsenemeyecek olumsuz sonuçlar da doğmakta ve doğacak da… Üstelik zihinsel olarak yılgın olan toplumlar için çok daha feci sonuçlara sebep olmakta.
Hepimiz tecrübe etmişizdir, kolaylıkla elde ettiğimiz şeylere çok fazla kıymet vermeyiz ama zorluklarla sahip olduğumuz varlıklarımıza gözümüz gibi bakarız. Bu duruma sosyal psikoloji literatüründe yer verilmiş ve bilişsel olarak kişinin kendini tatmin etmesinden kaynaklanan bir olgu olarak tarif edilmiştir.
Yani çeşitli engelleri aşarak ulaştığımız şeyler basit ve değersiz de olsalar bilişsel olarak bu çabamızı haklı çıkarmak isteriz bu olguya göre. Dolayısıyla değersiz de olsa kıymet verir, sahipleniriz. Oysa ulaşmak için çok çaba göstermediğimiz şeyleri çok fazla sahiplenmez ve değer vermeyiz.
Düşünün bakalım, bilginin bu kadar kolay ulaşıldığı bir çağda neden bilgiye kıymet verilsin ki? Üstelik zihinsel olarak da yılgın ve yorgunuz. Neden işittiğimiz bilgilerin doğruluğunu sınayalım ki? Bunun için çaba etmeye bile değmez.
Şimdi anlatabildim mi neden bu haldeyiz?
Böyle bir durumda olan bir toplum karanlıktadır ve karanlıkta kalan her kişi işiteceği bir sese muhtaçtır. Bir hayal edin bakalım, karanlıktasınız ve nerede olduğunuzu bilmiyorsunuz, işittiğiniz her sese yönelmeniz pek muhtemel değil midir? İşte durumumuz tam olarak bu. İşittiğimiz her sese inanıyor ve bu sesin güvenirliğini tespit etmek için çaba göstermiyoruz.
Şimdi gelelim örneklere:
Eğitim sürecini bir kenara koyalım ve öncelikle en çok vakit geçirilen alan olan sosyal medya organlarından ulaştığımız bilgileri bir düşünelim. Takip edilen bir paylaşıma denk geldik mi hemen inanasımız ve paylaşasımız geliyor. Ama o haberin doğruluğunu tespit etmek gibi bir ihtiyaç hissetmiyoruz. Çünkü yılgınlık verir!
Dünyanın bir ucundan gelen bir felaket haberine anında üzülüyor, histerik tepkiler verebiliyoruz. Fakat sonra gelen haberin doğru olmadığını anlayınca hiçbir şey olmamış gibi devam ediyoruz.
Bu durum akbabalar gibi dünyamızın üzerine üşüşmüş kimseler için kaçırılmayacak bir fırsat. Çünkü toplumlar gelen her habere anında inanıp istenilen tepkiyi gösterebiliyor. Hem halkın gücünü bu şekilde kontrol etmek muhteşem bir güce ulaştırır insanı, tabi zenginliğe de.
Mesela birisi çıkıp der ki, Dünyamız büyük bir tehditle karşı karşıya. Bundan dolayı çocuk yapmamalı, az tüketmeli hatta neredeyse bazı ihtiyaçlardan vazgeçmelisiniz. Aksi halde gelecek olan felaket torunlarınıza yaşama fırsatı vermez.
Oysa bu haberi ve önemli açıklamaları yapan kimseler, keyiflerince tüketiyor ve zevkten dört köşe olabiliyorlar. Üstelik hiç oralı olmadan. Buna rağmen haberi alan halklar paniğe kapılıyor ve ellerinden geleni yapıyorlar.
Bir zamanlar Dünyanın en güçlü ailelerinden birinin sözcüsü çıkıp, dünya kaynaklarının var olan nüfusa yetmeyeceğini, dolayısıyla nüfus azaltma politikalarının artırılması gerektiğini söylemişti. Hepimiz inanmış fakat elimizden bir şey gelmemişti. Tam böyle bir durumdayken, bir çözüm önerisi gelmişti aynı şahsın dilinden. Ve maalesef hala aynı çözüm politikasını uygulayıp durmaktayız habersizce.
Domuz gribi, kuş gribi salgınlarını ve kene vakasını hatırlarsınız; gelen bilgilere göre sunulan çözüm önerisi (aşılama) yapılmazsa bir hayli sıkıntı çekilecekti. Bu bilgilerin doğruluk payını araştırdık mı kaç yıldır? Hayır! Denileni yaptık.
Bilgi çağındayız ama bilgi kıymetsiz ve biz zihinsel olarak yılgınız. Bu halde iken bilgi çağı bizi nirvanaya değil korku kapanına götürür.
Peki, bu zihinsel ataletten nasıl kurtuluruz?
Bu sanıldığı kadar zor değil. Sadece bilişsel bir çaba gerektiriyor.
Şöyle bir hikâye hatırlıyorum ve inanıyorum ki bu size yeterince yardımcı olacaktır:
Bir gün baba ve çocukları ormanda gezintiye çıkarlar. Güzel geçen gezinti dönüşünde erkek çocuk çok yorulduğunu ve daha fazla yürüyemeyeceğini söyleyerek babasına mızmızlanır. Daha sonra babası etraftan bir dal bulur ve oğluna döner. Der ki: ”Al bakalım, sana güzel bir at. Bu seni taşır hem daha hızlı götürür.” Çocuk, dal parçasından yapılmış ata sevinçle bindi ve gülerek koşmaya başladı. Küçük oğlunun kuru bir dal parçası sayesinde yorgunluğunu unutarak canlanmasını gören baba hayretler içinde olan biteni izleyen kızına döndü ve dersimizi verdi:
“İşte, hayat budur” kızım. “bazen kendini çok yorgun hissedebilirsin. Böyle olduğunda, kendine değnekten bir at bul ve yoluna devam et.”
İşte reçetemiz: Zihinsel ataletten kurtulmanın yolu, zihinsel coşkunluktur.
KAYNAK: Psikolog Kadir Özsöz / Matematiksel
Views: 81