Her ailede ya açıktan açığa konuşulabilen ya da açıkça konuşulamayan ama herkesin uyması gereken gizli kurallar vardır. Aile ne kadar sağlıksız ise kurallar o kadar gizlidir, örtüktür ve bilinçaltına itilmiştir. Fakat açık ya da örtük mutlaka kurallar vardır. Kuralsız aile yoktur.
Sağlıksız ailenin gizli kurallarından biri mükemmeliyetçiliktir. Yapılan her işte, söylenilen her sözde, girilen her sınavda kişinin mükemmel olması beklenir. Her şey göstermeliktir, başkalarının beğenisi için yapılır. Ölçütler kişinin dışında, başkaları tarafından belirlenmiştir; o ölçütler çerçevesinde bireyin en mükemmeli başarması beklenir. Bireyin ölçütleri değiştirmeye ya da tartışmaya hakkı yoktur.
Mükemmeliyetçilik kuralı, kişinin kendi gerçeğinin hiçbir değeri olmadığını, kendi düşünüş ve değerlendirişinin önemsiz olduğunu ifade eder. Bu kuralların geçerli olduğu sağlıksız aile ortamında yetişen çocukların yaşamla ilgili en temel duyguları mutsuzluktur. Kendilerini değersiz bulurlar; değersiz buldukları özlerinden utanç duyarlar; ileride değişebileceklerine inanamazlar ve bu nedenle umutsuzdurlar.
Sağlıksız ailenin bir diğer gizli kuralı spontanlık da denen kendiliğindenliği bastırmaktır. Kişinin özünden kendiliğinden gelen duygu, düşünce ve davranışların ifadesi yasaktır. Bu ailede kişilerin içlerinden geldiği gibi şarkı söylemesi, kahkaha atması, gidip birini kucaklaması hiç hoş karşılanmaz.
Özüne güveni olmayınca, mükemmeliyetçilik ve denetleme yoluyla insan çevresinde bir güven ortamı yaratmayı umar. Bu tür insanlar daha önce sözünü ettiğimiz iç ilişkiyi hiç önemsemez ama dış dünya ile olan ilişkilerini çok önemserler. İçteki boşluğu dıştan elde ettikleriyle doldurmaya çalışırlar, istediklerini elde edemeyince kendilerini sorumlu tutmazlar, mutlaka başkalarını suçlarlar. Sağlıksız ailenin gizli kurallarından biri de suçlamadır. Herkes herkesi suçlar. Evde iş yaparken yanlış yapan anne, kabahati çocukların gürültü yapmasında bulur. Aşırı sigara ve içki düşkünü baba, sağlığının bozulma nedenini karısının pişirdiği yemeklerde bulur. Böyle bir ailede yetişen çocuk bir dersten düşük not aldığı zaman doğal olarak öğretmeni suçlayacaktır. ‘Öğretmen bana kırık not verdi’ diyecektir. Sağlıklı ailede yetişen insan ise bu durumda, ‘Öğretmenin sorduğu soruları iyi bilemediğim için kırık not aldım’ der.
Peki, sağlıklı ailede yetişen çocuk bu sorumluluk duygusunu nasıl kazanıyor? Ana babası kendisiyle koşulsuz sevgiye dayanan gerçek bir ilişki kurmuş olduğu için kazanıyor.
Sağlıksız ailenin gizli kurallarından bir diğeri ise beş temel özgürlük olarak bilinen algılama özgürlüğü, düşüncelerini ifade edebilme özgürlüğü, duygularını ifade edebilme özgürlüğü, bir şeyi isteme ya da reddetme özgürlüğü ve son olarak kendi özünü gerçekleştirme özgürlüğünün inkârıdır. Sağlıksız ailede bu özgürlükler yoktur.
Çocuk bir şey, bir dünya algılar. Ailedeki otorite, yani anababa, ‘Senin gördüğün dünya yanlış, doğrusu bu,’ der. Eğer o kişi kendi algılamasında ısrar ederse ki normali budur, o zaman otorite onu cezalandırır. Eğer bu kişi büyüme çağındaki bir çocuksa otoritenin, yani ana babasın bilgeliğinden hiç şüphe etmez, edemez. ‘Demek ki, bende bir bozukluk var’ sonucuna ulaşır. Bu tür deneyimler kişinin özünü inkâr eden, zayıflatan yaşantılardır. Bu yaşantıların sık sık tekrar edildiği kalıplayan ailede kişinin özü zedelenir.
Bir diğer kural konuşmak yasak kuralıdır. Bu kuralı şöyle anlamak gerek: Aile üyelerinin ailenin işleyişi ile ilgili kurallar üzerine konuşmaları, tartışmaları, fikir yürütmeleri yasaktır. Aile içindeki sağlıksız durumdan, bu durumun ortaya çıkmasına yol açan kurallar ve davranışlardan söz etmek yasaktır. Bu kural, beş özgürlüğün kısıtlı olmasına ilişkin biraz önce sözünü ettiğimiz kuralın doğal sonucudur.
Demokratik yöntemi siyasal yaşamlarında gerçekleştirememiş toplumların önündeki en büyük engel, toplumdaki sağlıksız, kalıplanmış insan sayısının çoğunlukta olmasıdır. Bu tür insanların kaynağı sağlıksız ailedir. Demokratik anlayış aile içinde yaşamıyorsa, siyasal düzen olarak toplumda yaşayamaz. Kişinin günlük yaşamında bir gerçek haline gelemez. O toplumun anayasası demokratik olsa dahi… Dünyanın birçok totaliter rejimi, demokratik görünümlü anayasaların arkasına sığınır.
Sağlıksız aile düzeni, aile içindeki kırgınlık ve küskünlüklerin devamını ister. Aile içindeki kırgınlık ve küskünlüklerin sürdürülmesi, kişilerin birbirini anlamasını ve sağlıklı ilişkiler kurmasını önler. Bu tür kızgınlıklar ve küskünlükler, ailenin sağlıksız oluşunun temelinde yatan esas nedenleri sakladığından, sağlıksız aile düzeni bu kırgınlıkların devamını ister. Bu nedenle, kronik çatışma ve sürtüşmeler ailede sürer gider.
Sağlıksız ailenin bir başka kuralı da aile üyelerinin birbirlerine güvenmemeleridir. Sağlıksız ailede kimse kimseye güvenmez. Güven duygusu, kişilerin birbirlerine değer verdiği, desteklediği ilişkiler ortamı içinde gelişir. Bu ortam sağlıksız ailede yoktur. Sağlıksız ailede yetişen kişi, kimseden saygı ve koşulsuz sevgi görmediği için, kimsenin kendine yardım edeceğine inanmaz. Yardım etmek isteyenlerin ‘mutlaka bir art düşüncesi, çıkarı vardır’ diye düşünür.
Biri bana toplumun aksayan yönlerini gösterip bu toplumda yaşamın ne kadar zor olduğunu sürekli söyler ama kendi ailesinde sağlıksız, kalıplayan aileyi sürdürürse, bu kişiyi dinlemenin benim için bir zaman ve enerji israfı olduğunu düşünürüm.
Rollerin esnek olduğu ailede anne ya da baba, duruma göre çocuklarının arkadaşı, öğretmeni, sırdaşı, gerektiğinde ise güçlü bir otorite olur. Bu tür esneklik sağlıklı aile sisteminde mümkündür; sağlıksız aile sisteminde ise baba bozuk plak gibi hep baba rolüne takılmıştır, onun ötesine geçemez. Sağlıksız aile sisteminde herkes kendi rolünde donmuş kalmıştır ya da donup kalması beklenir.
Bizim toplum ataerkil bir toplum. Evet, baba güçlü. Baba/ anneden birçok yönden daha az yetenekli olabilir. Başka bir deyişle, bizim toplumda kadın kocasından daha zeki, daha becerikli, daha girişken dahi olsa, rolü icabı arka planda durup, kocasının sözünü dinlemek gereğini duyar. Katı sosyal rol anlayışı bunu gerektirir.
Anne ve baba, ailenin düzenini en çok etkileyen temel öğelerdir. Bu gereksinmelerin doğal olarak yerine getirilmesi, sorumluluk bilinci içinde birbirleriyle evlenerek, kendilerine ortak bir yaşam kuran yetişkinlere bağlıdır. Anne ve baba gereksinmelerinin karşılanmadığı aile düzenleri çarpık olur ve bu düzen içinde yetişen kişilerin yaşamlarının her yönünü olumsuz yönde etkiler.
Aile üyeleri birbirlerine güven duymak, yakınlık ve dayanışma içinde olmak gereksinimi duyarlar. Ailenin bu gereksinimlerinin karşılanması gerekir. Eğer karşılanmazsa aile iyi işlemez. Bu gereksinmeler karşılanmazsa disfonksiyonel aile denen bozuk düzenli aile ortaya çıkar. Aile içindeki etkileşim, çocukları ya ‘’ben değerliyim’’ ya da ‘’değersizim’’ duygusuna götürür. Bu gereksinme aile içinde yerine getirilmezse, çocuk kendini değersiz görerek büyür. Genç yaşta evlilik dışı cinsel ilişkiye giren kızların büyük bir çoğunluğunun, yaşamlarında ilk defa ‘ben değerliyim, önemliyim’ duygusunu, bir erkekle cinsel olarak beraber oldukları zaman yaşadıkları gözlenmiştir. Ergenlik çağındaki erkek çocukların çete kurarak, çoğu kere ölümle sonuçlanan çatışmaları da kendilerini önemli görmeyen aile ortamlarına bir tepkidir. ‘’Ben değerliyim’’ duygusunu aile içinde elde eden birey, kendini kanıtlamak için aşırı davranışlarda bulunmaya gerek duymaz.
Aile sisteminin ikinci gereksinmesi güvendir. Aile içinde kişilerin emniyette olduğu, dışarıdaki tehlikeli olayların aile içine giremeyeceği duygusu, bu gereksinmenin altında yatar. Güven ortamı yaratılamazsa, aile üyeleri güven duydukları başka bir ortama yönelirler.
Üçüncü aile gereksinimi, yakınlık ve dayanışma duygusudur. Aile üyelerinin birbirleriyle dayanışma ve güven duygusu içinde olması, temel gereksinmelerden bir diğeridir. Aile içinde karşılıklı güven ve dayanışma duygusu varsa, bireyin aile dışında karşılaştığı stres getirici olumsuz olaylar yıkıcı etki yapmaz. Güven duygusunun baskın olduğu aile, dış dünyanın yaratmış olduğu üzüntü ve kaygılardan kurtulacak bir sığınak oluşturur.
Dayanışma ve güvenin olduğu ailelerde yetişen kişiler, bu güven ve dayanışma duygusunu diğer insanlarla olan ilişkilerinde de gösterirler; karşısındakinin iyi niyetli ve dürüst olduğuna inanarak ilişki kurarlar. Güvensizlik ortamında yetişen kişiler ise, kendileri de dahil hiç kimsenin sözüne inanmazlar ve kimseyle dayanışma içine giremezler. Güvensizlik duygusu o kadar derinlere inmiştir ki kendilerine dahi güvenemezler. Bu insanlar her an değişebilen, kimsenin diğeriyle dayanışma içinde olmadığı, herkesin birbirini kullanmaya çalıştığı bir dünyanın varlığını temel kabul ederler.
İnsan, davranışını kendi paradigması içinde oluşturuyor. Kişi paradigmasının farkında olmayabilir. Ama ister farkında olsun ister olmasın, bu paradigma kişinin geçmişinde oluşmuş ve yapılanmıştır. ‘’Allah kahretsin paradigmasını’’ dediğiniz kişiye tepkisel bir tavır takınmış oluyorsunuz. Bu tür tepkisel tavır, ülkemizde çok sık rastlanan, ama duygusal olgunluğu sığ bir tavır. Karşıdakinin paradigmasını anlayarak o insanla ilişki kuran tavır daha olgun, daha gerçekçi bir tavır. Ve bu tür tavır alışı toplumumuzda pek sık göremiyoruz.
Aile sistemi içinde temel birim olan anne ve baba, davranış ve sözleriyle sorumluluk duygusunu ya yaşatır ya da yaşatmaz. Aile içinde yalnız anne ve baba değil, herkes sorumluluk duygusunu paylaşıp yaşatmak durumundadır. Çocuklar, kendi yaşları oranında sorumluluk yüklenebilir, sorumluluk duygusu içinde davranışlarını biçimlendirebilirler. Çocuğu tümüyle sorumluluğa boğan ana baba olduğu gibi, tüm sorumluluğu kendi üzerine alan ve çocuklarını her türlü sorumluluktan kurtaran ana baba da olabilir. İlki iç ana babası çok gelişmiş, spontanlığını kaybetmiş, katı ve kuralcı insanlar yetiştirirken, ikincisi yaşamını biçimlendirmekten aciz, sürekli başkalarının yönetiminde olmaya yönelik bireyler yetiştirir. İkinci tür ailede yetişen kişiler, kendi yaşamlarında yer alan olaylardan kendilerini değil başkalarını sorumlu tutarlar.
Gelişim aşamalarına uygun bir denge içinde, çocuklara kendi yataklarını yapma, oturdukları odayı temizleme, ev işlerine yardım etme gibi görevler verilmelidir. Çocukların kendi yaşamlarından kendilerinin sorumlu olmasını öğretmek, anne ve babanın yapabileceği en sağlıklı ve önemli görevlerden biridir.
Yetişkin çocuğun, bağımsız ve sorumlu insana tahammülü yoktur.
Aile gereksinmelerinin beşincisi, zorluklarla mücadele ederek, onların üstesinden gelmeyi öğrenmektir. Yani çocuğuna kolay bir yaşam veren ana baba pek makbul değildir. Çocuğa her şey hazır verilmemelidir. Sorumluluk duygusuyla ilgili olarak söylenenler, çocukların zorluklarla mücadele etmesinde de geçerlidir. Çocuğu, içinde bulunduğu gelişme aşamasına uygun zorluk derecesindeki sorunlarla baş başa bırakmak, onun bu zor sorunlarla mücadele ederek uğraşmasına olanak vermek, kendine güvenli, sorun çözme becerileri gelişmiş bir birey olarak yetişebilmesi için gereklidir. Ailenin bu gereksinmeyi karşılaması gerekir. Karşılaştığı her zorlukta çocuğuna yardım eden ana baba, sürekli başkalarından yardım bekleyen, kendi beceri ve yeteneklerine güvenemeyen bir insan yetiştirir.
Annenin çocuğunu dövmesi, onun için sağlıklı bir mücadele ortamı oluşturmuyor. Bu tür bir ortamda herhangi bir eğitim öğesi yok. Annesi çocuğun özünü yıkıcı bir tavır içinde.
Zorluklarla mücadele ederek, onların üstesinden gelmeyi öğrenmeye bir örnek verecek olursak;
çocuk emeklerken bile böyle ortamlar yaratılabilir. Örneğin, emekleme aşamasındaki çocuk kendi başına bir sandalyeye çıkmaya çalışıyor olabilir. Böyle bir durumda ana baba çocuğa yardım etmez. Bırakır, çocuk düşe kalka, deneye yanıla o sandalyeye çıkmasını kendi başına öğrenir. Çocuk için önemli bir tehlike söz konusu ise, örneğin sandalyenin çevresinde kırılmış cam, bıçak ya da taş gibi sert nesneler varsa kaldırılır ya da sandalye daha emniyetli başka bir yere taşınır. Yani çocuk düştüğü zaman ona zarar vermeyecek bir ortam olmasına dikkat edilir. Çocuk büyüdükçe daha zor mücadelelere girmeye çalışır. Kendisinden daha ağır bir paketi taşımaya çalışır; kendisinden güçlü biriyle dövüşmeye kalkar. O zaman ne yapmalı? Önemli olan, çocuğun kendi gücünün sınırlarını gerçekçi olarak öğrenmesidir. Eğer çocuk ağır bir paketi kaldıramıyorsa önce ona gücünün yetmediğini anlamalı. Daha sonra çocuk belki paketi açarak içindekileri teker teker taşımayı deneyebilir. Gücünün yetmediği kişilerden çekinmeyi öğrenir ya da daha iyi dövüşmesini öğrenir. Önemli olan, çocuğu yaşama güçlü olarak hazırlamaktır. Bu tutumuyla ana baba, çocuğa gerçekten değer verdiğini ve onun başarılı olmasını içtenlikle istediğini belirtmiş olur. Ana babasından bu mesajı alan çocuğun kendini güçlü ve yaşama hazır hissetmesi kaçınılmazdır.
Altıncı gereksinim kendini gerçekleştirmedir. Kendini gerçekleştirme, mutluluğa götürür ve aile bir mutluluk ortamı olmalıdır. Şimdiye kadar sayageldiğimiz gereksinmeler karşılandığı takdirde, aile ortamı başka hiçbir ortamda bulunamayacak mutluluk olanakları sağlar. Bir babanın ya da annenin çocuklarıyla gurur duyması, onların iyi ve sağlıklı insanlar olarak topluma katıldıklarını görmesi, büyük mutluluk kaynağıdır. Çocuklar anne ve babalarını dünyanın en önemli ve kudretli insanları olarak görürler. Çocukların, anne ve babaları tarafından kabul edilip, sevilip desteklenmesi, başka hiçbir kimsenin yapamayacağı kadar, onları mutlu ve yaşamlarından doyumlu kılar.
Mutlu yetişen insanlar, olayların çoğunda mutlu olunacak bir yön bulurlar. Mutsuz yetişen insanlar ise, olayların çoğunda mutsuz olunacak bir yön bulurlar. Onları mutlu edecek olayların sayısı yok denecek kadar azdır.
Aile sisteminin yedinci gereksinimi, sağlıklı manevi yaşamın temellerini oluşturmaktır. Manevi yaşam, evreni anlamlı bir biçimde bütünleştiren dünya görüşünü temsil eder. Bu anlamıyla manevi yaşam, din kavramından daha kapsamlı oluyor. Din, belirli kurallara dayalı bir sosyal kurum oluşturur; manevi yaşam kişinin kendi içinde Tanrı’yı ve hakikati bulmasına yönelir. Din, toplumu (cemaati) vurgular; manevi yaşam ise bireyin özüne yöneliktir.
Daha önce her insanın iki tür ilişkisi olduğundan söz etmiştik. Bu ilişkilerden biri kişinin kendi iç dünyasıyla, kendi özüyle olan ilişkisi, diğeri de dış dünya ile toplumla, başkalarının beklentileriyle olan ilişkisidir. Din ve manevi yaşam için de böyle bir ayırım yapabiliriz. Belirli kurallara, beklentilere, dış ilişkilere önem veren dünya görüşüne din, kişinin özüyle evrenin ilişkisine önem veren görüşe manevi yaşam adını veriyorum.
Manevi yaşam öğretilerini temel alan kişilere mistik, mutasavvıf denilir. Bizim tarihimizde mistiklere örnek olarak Mevlana ve Yunus Emre gösterilebilir. Katı din kuralları içinde yetiştirilen çocuk, kendi dışında bazı kurallara göre yargılanacağına ya da ödüllendirileceğine inanır. Bağnaz din koşullandırmasının baskın olduğu aile ortamında yetişen çocuk, kendi yaşantı ve deneyimlerini zenginleştirecek, iç ve dış dünyasını araştırıp keşfedecek bir tutum yerine, körü körüne itaati, kendi düşünce ve duygularından utanmayı öğrenir. Bu tür katı kurallar ortamında yetişen insanlar, sadece kendilerini değil, bütün insanları yargılamayı öğrenirler. İnsan yaşantısı ve deneyimi değerli bir süreç olmaktan çıkarılmış, her insan ve olay, kendilerinin de tam anlamadığı bazı kurallara uygunluk derecesine göre değerlendirilmeye başlanmıştır.
Manevi yaşamı ailede beslenen çocuk ise sağlıklı gelişir. Evrenin bir bütün olduğunu, bu bütün içinde yer alan her birimin, her olayın, kendine özgü benzersiz bir yeri olduğunu öğrenir; bu nedenle ailedeki her bir bireyin, oldukları gibi değerli olduğunu, kendi yetenekleri, düşünceleri, duygulan içinde kabul edilmesi gerektiğini anlar. Böyle bir temel, bildiğimiz tasavvuf anlayışına yakın düşer ve birleştirici, kaynaştırıcı, evrensel bir dünya görüşünü geliştirir. Sağlıklı manevi yaşam, ailenin çocuklara verebileceği en değerli armağandır. Sağlıklı bir manevi temeli olan insanlar güleç yüzlü, sevecen, insanlara olduğu kadar doğaya da saygılı bireyler olarak yaşamlarını sürdürürler.
Doğan Cüceloğlu’nun Yetişkin Çocuklar isimli kitabından altını çizdiğim cümleleri paylaştım sizlerle.
Rahmet ve sevgiyle…
Derleyen: Nilay Gündüz
Views: 715